Hayatımda insan popülasyonunun bu kadar az olduğu hiçbir yerde bulunmamıştım. Yayla mevsimi bittiği için tüm evler boşaltılmıştı. Yaylaya çıkmak marketten süt almaya gitmek gibi bir şey değil oralarda; taşınır gibi bütün evlerini yükleyip geliyorlar ve gittiler mi bir daha dönmeyeceklermiş gibi gidiyorlar. Günlerdir Artvin’in yaylalarında dolaştığımız için telefonlarımız da hemen hemen hiç çekmemişti. Burada kaybolsak uzun bir süre kaybolduğumuzu kimse fark etmezdi. Arşiyan Yaylası’na gelirken geçtiğimiz yollar bizim yol dediğimiz tanımdan oldukça farklıydı. Yayla evlerinden sonra aracın gidebileceği yol da yok oldu ve bu fotoğraftaki gölün başına geldiğimizde yayladaki son boş evi yürüyerek geçeli iki saat olmuştu. Yüzen Adalar'ın fotoğraflarını görmüştük internette araştırma yaparken. Aklımızda görmeyi beklediğimiz fotoğrafla, o fotoğrafa en yakın görüntüye doğru yürüyorduk. Konum atılmış bir yere navigasyonla gitmek gibi bir şey değil; doğru yöne gittiğimizi anlayabileceğimiz ...
ÇAYI çok sever bizim insanımız ama bana kalırsa kahvenin yanından bile geçemez. Dilimin üzerinde bir tabaka bırakıyor ve başka şeylerin tadını almamı engelliyor gibi bir hisse kapılıyorum. Bir ara "Çay varsa umut var." diye bir motto türemişti ama bana kalırsa sadece çay varsa pek de bir umut kalmamış gibi oluyor. Çay bana kuru bir besini ıslatıp yutmak için kullanılır gibi geliyor. Ama Japon kültüründeki pek çok anlam yüklenmiş seramonik çaydan bahsetmiyorum; Türkiye'de iş yerlerindeki çay ocaklarında, kahvaltı için öğrenilmiş hareketlerle demlenen çaylar bunlar. Japonlarınki gibi bir özenle demlenen çayda bitkinin hiçbir yararı yoksa bile içene şifa veren bir sevgi vardır kesin. Çay ocaklarındaki çay deyim yerindeyse seri üretim; mesela kahve içecek her bir kişi için özel dikim. Çay koca bir sürahi dolusu yapılıyor ama kahve neredeyse fincan fincan... Çayı demliyorsun, o seni bekliyor senin keyfin gelene kadar. Ama kahvenin içilmek için kendi belirlediği bir vakti var.